Makaleler

ULUSLARARASI ÇALIŞMA ÖRGÜTÜ DÖNÜM NOKTASINDA: TAMAM MI DEVAM MI?

18.02.2021

Engin Enes CAN

Stj. Avukat

 

ÖZET

Üç taraflı bir yapı çerçevesinde karar alan, kararlarını uygulayan ve denetleyen bir örgüt olan Uluslararası Çalışma Örgütü, bu yapısı sayesinde pek çok fayda elde etmiş ve uluslararası arenada kalıcı olmayı başarmıştır. Günümüz ekonomisinin ve iş dünyasının hızlı değişimi dolayısıyla ilgili yapı bazı sorun ve yetersizliklerle karşı karşıya kalmaktadır. Dünya realitelerine karşı adaptasyon sorunlarının yanında, işçi ve işveren temsilcileri aracılığıyla temsilde yaşanan bazı yetersizlikler örgütün karşı karşıya kaldığı sorunlar arasında başı çekmektedir. Ek olarak, mezkûr işçi ve işveren temsilcileri arasındaki güç dengelerinin hızlı değişimi de başat sorunlardan birini teşkil etmektedir. Bir başka mesele, sivil toplum kuruluşları ve şirketlerin UÇÖ’nün faaliyetlerine katılımına ilişkin kompleks tartışmalardır. Bütün bu sorun ve yetersizliklerin kesişiminde, örgütün geleceğine ve gerekliliğine ilişkin beyan ve düşüncelerin sayısı artmış, örgütün varlığı hiç olmadığı kadar tartışma konusu haline gelmiş ve bu durumdan çıkış yolları aranmaya başlanmıştır.

 

Anahtar Kelimeler: Uluslararası Çalışma Örgütü, ILO, Tripartizm, Birleşmiş Milletler, Uluslararası İş Hukuku, UÇÖ.

 

GİRİŞ

Devrimci fikirlerle “devrime karşı sigorta” olarak bundan yaklaşık yüz yıl önce kurulan Uluslararası Çalışma Örgütü (“UÇÖ”), uluslararası arenada yer alan diğer uluslararası örgütlerle karşılaştırıldığında, üç taraflı yapısı dolayısıyla şahsına münhasır bir örgüt niteliğini haiz olmasının yanında; uluslararası örgütlerde küresel yönetim ve devlet dışı aktörlerin uluslararası düzeydeki ilişkilere katılmasını sağlama hususlarında iyi bir örneklem olarak rahatlıkla nitelendirilebilir. Günümüz ekonomisinin ve iş dünyasının hızlı değişimi ile 100 yıllık çınarın değişimler karşısındaki adaptasyon sorunları, UÇÖ’nün dostane olmayan uluslararası bir ortamda hazırlıksız yakalanmasına yol açmıştır. Örgütün geleceğine, gerekliliğine ve reform edilmesine ilişkin tartışmalara yakından bir bakış sunmayı amaçlayan bu makale, öncelikle, örgütün karşılaştığı sorunları ana olarak iki başlık altında masaya yatıracaktır: Taraflar arasındaki temsile ve dengelere ilişkin meseleler, üç taraflı yapıya sivil toplum kuruluşları ile şirketlerin katılımı. Sonuç bölümünde ise, bu yapının karşılaştığı problemler ve yaşadığı yetersizler göz önünde tutularak, ilgili yapının ve dolayısıyla UÇÖ’nün günümüz dünyasında nasıl güçlü ve etkili olabileceğine yönelik tespitlere yer verilecektir.

 

  1. Üç Taraflı Yapının Eksiklikleri ve Karşılaştığı Problemler

 

Üç taraflı yapının UÇÖ’nün anayasal DNA’sı[1] ve omurgası olduğu[2], demokratik ideallere uygun, devlet dışı taraflara güven aşılayıcı, dünyanın her köşesindeki sosyal problemlerin ve realitelerin öğrenilmesi anlamında olmazsa olmaz, sosyal ve ekonomik gelişim ve istikrar için son derece önemli[3], yapısal olarak benzersiz ve örgütün 1919’dan beri varlığını sürdürmesinin nedeni olduğu ileri sürülmüşse de[4]; üç taraflı yapı, övüldüğü kadar, çokça eleştirilerin hedefi de olmuştur. Bazı yorumcular, örgütün kendi özel yönetim yapısı içinde sıkışmış olduğunu savunurken; diğerleri, UÇÖ sözleşmelerinin düşük onay oranlarına sahip olmalarının nedeninin üç taraflı yapı olduğunu iddia etmektedirler (Bu görüşe katılmak mümkün değildir. Düşük onay oranlarının sebebi, üç partili yapı değil emek ve çalışma konularının toplumların en hassas ve tartışmalı konularından olmasıdır). Başka bir görüşe göre, üç partili yapı, artık UÇÖ’ye dinamizm veya meşruiyet getirmemektedir. Diğer yorumcular, UÇÖ’yü, belli bir zaman dilimi içinde sıkışmış olarak nitelendirmektedir[5].

 

Berlin Duvarı’nın yıkılması ve kapitalizmin “zafer” kazanması, piyasaların serbestleştirilmesi ya da düzenlenmesi hususlarını temel alan rekabet edilebilirlik argümanını yeniden gündeme getirmiştir. Washington konsensüsünün kabulü, Bretten Woods kurumlarınca yapılan düzenlemeler, serbest ticaretin yükselişi ve Dünya Ticaret Örgütü (“DTÖ”)’nün varlığı ve diğer ekonomik değişimler UÇÖ’nün savunma konumu almasına neden olmuştur. Bu yeni konum, üç taraflı yapı ve genelinde UÇÖ’nün geleceğine yönelik soruların sorulmasında katalizör görevi görmüştür[6].

 

Belirtmek gerekir ki, neoliberalizmden kaynağını alan uluslararası finansal örgütler, iş dünyasında uluslararası ve ulusal bazda yapılacak düzenlemelerin önündeki tek engel değildir. 1970 yılından itibaren yükselen neoliberalizm ve bu akımın ekonomide yer edinmesi, UÇÖ için hiç de dostça olmayan bir atmosfer yaratmıştır. Bu yeni akım ve gidişat, UÇÖ ve amaçları çerçevesinde, sosyal gelişimin önündeki en büyük engellerden biridir[7]. Ayrıca, oluşturduğu normlara yönelik ihlâlleri engellemek için sahip olduğu hukuki araçların yetersizliği, diğer finansal organizasyonlarla karşılaştırıldığında az kalan kaynakları gibi iç faktörler, UÇÖ’nün, bu dostane olmayan ortamda daha da zayıflamasına sebebiyet vermektedir[8].

 

UÇÖ’nün faaliyetlerinin temelini oluşturan orta yolu bulma yaklaşımı 1989 ve sonrasında oldukça zayıflamıştır. UÇÖ’nün “geleneksel rakibi” olan komünizmin yok oluşu, UÇÖ’nün işverenler ve devletler üzerinde sahip olduğu ikna kabiliyetini de zayıflatmıştır. Örgütün belirlemiş olduğu normların uygulanması açısından oldukça önemli olan ikna gücünün zayıflaması, UÇÖ’nün işçilerin gözündeki güvenirliğini ve saygınlığını da azaltmıştır.

 

Şirketlerin veya devletlerin birbiriyle rekabet ederken birbirine karşı avantaj elde etmek amacıyla bazı avantajlarını veya kârlarını düşürecek eylemlere yönelmesi (aşağı çeken rekabet), yukarıda bahsi geçen rekabet edilebilirlikle bağlantılı olan ve 1989 sonrasında tartışılmaya başlanan önemli argümanlardan biridir. 1989 sonrası dönemde, UÇÖ, kendisine oldukça düşman bir dünyada yeni bir rol ve mantık bulma peşindedir. Bu yeni rol ve mantık arayışı bazılarınca olumlu anlamda değerlendirilirken bazılarınca örgütün sosyal adaleti sağlama amacından vazgeçip market lehine hareket ederek özünden uzaklaştığı şeklinde yorumlanmıştır. Bu eleştiri uyarınca, sosyal adalet arayışı zamansız bir amaçtır ve aşağıya doğru rekabetin devam ettiği bir dönemde böyle bir tarihi görevin bırakılması oldukça yanlış olacaktır. Ancak, belirtmek gerekir ki bu argüman, örgütün hayatta kalma mücadelesi verdiği 1989 sonrası dönem açısından destek görmemiştir[9].

 

  1. Temsile ve Taraflar Arasındaki Dengelere İlişkin Meseleler

 

Üç taraflı yapının devlet dışı aktörlerinden her ikisi de temsil bakımından kapsayıcı olmayıp sadece kendi üyelerinin menfaatlerini yansıtmaktadırlar. Bu husus, işçiler bağlamında daha da belirgindir. Dünya çapındaki tüm işçiler UÇÖ’nün meselesi olmasına rağmen sendikalara kayıtlı olmayan işçilerin UÇÖ nezdinde temsili mümkün olmamaktadır. Üzerine, temsil gücüne sahip sendikaların üyeleri üzerinde kontrolü oldukça zayıftır. Özellikle atipik veya informal iş ilişkileri ile taşeron tarzı sözleşmesel ilişkilerin artması dolayısıyla, işçiler ya hukuken engellendikleri ya da uygulamada dışlandıkları için sendikalaşamamaktadırlar. Bazen de işçinin gerekliliklerine cevap veren bir sendika mevcut olmadığından, işçi sendikalaşmamayı tercih etmektedir. Ek olarak, işçilerin tüketici veya emekli gibi farklı kimlikleri de bünyelerinde taşımaları, sendikalaşmayı zorlaştıran bir diğer sebep olarak gösterilmektedir. Sonuç olarak, üç taraflı yapının bir parçası olan sendikalar, dünya genelindeki işçilerin sadece küçük bir kısmını UÇÖ nezdinde temsil gücünü haiz konumdadır.

 

İşveren temsilcileri de işverenlerin sadece küçük bir kısmını temsil etmektedir. Büyük sermayeler, küçük sermayeler ve binlerce küçük şirket genellikle temsil edilmemektedir. Ayrıca, günümüz ekonomik dünyasında, ekonomik güç, girişimcilerin ve işverenlerin elinde değil hissedarların lehine hareket eden bankacılar ve finansçıların elindedir[10]. Ek olarak, çok uluslu firmaların yükselişi ve bu tür firmaların ulusal işveren örgütleriyle yan yana gelmemeleri, işverenlerin temsil gücünü hem zayıflatmış hem de sorgulatmıştır[11]. Bu itibarla, işveren temsilcilerinin temsil ettikleri kısım oldukça dar kalmaktadır. Zaten, belirtmek gerekir ki, farklı ve çatışan menfaatler göz önüne alındığında tüm sermayenin ve emeğin UÇÖ nezdinde temsil edilmesini beklemek gerçekçi olmayacaktır[12].

 

UÇÖ için en büyük handikaplardan biri, işçi ile işveren arasındaki dengenin sermaye ve işveren lehine değişmesidir. Bazı ülkelerde sendika üye sayısı artmaktaysa da dünya genelinde sendikalaşma oranı düşmektedir. Ekonomik Kalkınma ve İş Birliği Örgütü (“OECD”) üyesi 28 ülkede (1’i istisna olmak üzere), sendikalaşma yoğunluğu azalmıştır (1999-2009). Sendikalar, üyelik anlamında kayıplar vermiş ve geleneksel sosyal devletlerde bile mücadele etme güçlerini kaybetmişlerdir. Sendikalaşmanın gerilemesinin sebeplerinden biri ticaret ve yatırımın liberalleşmesidir. Ekonomik boyutu da kapsayan küreselleşmenin sonucu olarak, sermaye, yüksek çalışma standartları olan ve işçilerin korunduğu yerlerden düşük standartları haiz yerlere doğru yönelmektedir. Belirtmek gerekir ki, genellikle, sermayenin uzaklaşıp yeniden yer belirlemesine ve iş kayıplarına yönelik tehditler, sendikaların zayıflatılması için tek başına yeterli olmaktadır. Ayrıca, güvencesiz ve standart dışı istihdam, işçilerin pazarlık gücünü azaltmaktadır. Dünyanın pek çok yerinde, işçiler, son dönemdeki ekonomik kriz ve zayıflatılan sendikal haklar dolayısıyla güçsüzleştirilmiştir[13].

 

UÇÖ, şu anda, üç taraflı yapının tarafları arasında eşi görülmemiş bir fikir birliği eksikliği ile karakterize edilen bir geçiş süreciyle karşı karşıyadır. İşverenler ve işçi grupları arasında grev yapma hakkının mevcudiyeti ile ilgili uzun süredir devam eden bir anlaşmazlığa dayanan bu fikir birliği eksikliği, iki grup arasındaki güç dengesinin değişimini çarpıcı bir şekilde ortaya çıkarmıştır. Üstelik, bu anlaşmazlığın, örgütlenme özgürlüğünün özünde olan ve sendikalar açısından elzem olan grev hakkına ilişkin olması, örgütlenme özgürlüğünü temel alan üç taraflı yapının da bu anlaşmazlık kapsamında sorgulandığını göstermektedir[14].

 

İşverenler, Soğuk Savaş sonrasında piyasaların liberalleşmesi ile beraber, UÇÖ’nün denetim organlarında reform yapılmasına yönelik yaptıkları hamlelerle güç dengelerinin değişmesinin önünü açtılar.  UÇÖ dışında yer alan pek çok oluşumun ve mahkemenin UÇÖ’nün denetim organlarının açıklamalarına ve kararlarına atıf yapması sonucunda[15], işverenler, UÇÖ’nün denetim organlarının UÇÖ dışında da etkili olma ihtimâlini fark etmiş ve bu ihtimâle engel olmaya yönelik tedbirler almaya başlamışlardır.

 

İşverenler, üç partili yapı dolayısıyla bazı normların UÇÖ nezdinde kabul edilmesini engelleyemediklerinden, ulusal düzeyde üyeleri tarafından eleştirilmektedirler ve bu durum, kredibilitelerini zedeleyici bir faktör olarak üye kayıplarına, kınamalara ve üyeler açısından cazipliklerinin kaybolmasına sebebiyet vermektedir[16].

 

İşverenler, denetim organlarına ve üç taraflı yapıya dönük tam taahhütlerini açıklasalar da denetim organlarının kriz içinde olduklarını ve reforma tabi tutulmaları gerektiğini her seferinde yinelemektedirler. Bu itibarla, Yönetim Kurulu’nda, denetim organlarının değiştirilmesi adına bazı adımlar atılmıştır. Aynı şekilde, üç taraflı yapıya olan bağlılıklarını belirtmiş olsalar da işverenler, sürdürülebilir ve güvenilir nitelikleri haiz olmadığı gerekçesiyle UÇÖ uygulamasında geçerli olan “her ne pahasına olursa olsun konsensüs” anlayışına karşı olduklarını da belirtmişlerdir[17].

 

Yukarıda sözü edilen değişimler, küresel anlamda gerçekleşen jeopolitik değişimlerin sonucu olarak değerlendirilebilir (Sözü edilen değişim sadece ideolojileri değil, aynı zamanda yeni ulusal güç odaklarını da kapsamaktadır). Bölgesel değişimler, gelişen ülkeleri daha aktif olmaya teşvik etmeye başlamıştır. Bu itibarla, devletler liberalleşme yanlısı olduğundan ve eskisi gibi işçilerin yanında taraf olmadıklarından, işçilerin de sesi kendi menfaatlerini koruyabilmek adına daha gür çıkmaya başlamıştır. Geniş açıdan bakıldığında şu yorum yapılabilir: Devletler, UÇÖ’nün düzenlediği konularda kaybettikleri yetkileri müdahale yoluyla geri almaya çalışmaktadırlar[18].

 

Bu itibarla, üye devletler açısından da güç yapısında ciddi değişiklikler meydana gelmiş ve bu durum, UÇÖ içinde ciddi sonuçlara sebebiyet vermiştir.  Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Francis Fukuyama’nın tarihin sonu olarak nitelendirdiği bir dönemin kapılarını aralaması, pek çok devlete ve işverene, “ezeli düşman” komünizmin mağlup olması gerçeği karşısında UÇÖ’nün gerekliliğini sorgulatmıştır.

 

Bir başka güç değişimi de yüzyılın sona ermesiyle beraber sahneye çıkmıştır: Gelişmekte olan ülkelerin ekonomik ve politik yükselişi ile eski ve endüstriyel Avrupalı devletlerin büyük bir kısmının politik ve ekonomik olarak zayıflaması. Uzun yıllar boyunca, Avrupa, ileriye dönük sosyal ve politik programların motoruydu ve bu durum, bugün, oldukça değişti. Yanlış ekonomik, finansal ve sosyal politikalar ve geleneksel sosyal modelden sapmalar, Avrupa’nın uluslararası önemini kaybetmesine neden oldu. Kuzey zayıfladıkça, Güney’in yükselişi sürdü. Öncü gelişen ülkeler (Brezilya, Endonezya, Hindistan, Güney Afrika vb.) büyüyerek artan politik etkiye sahip dinamik ekonomilere dönüştü.

 

Değişen yeni politik coğrafyanın ayak izleri, UÇÖ’nün karar verme sürecinde açıkça görülebilir durumdadır. Gelişmekte olan ülkelerin temsilcilerinin sesleri ilgili karar verme süreçlerinde eskiye oranla daha çok duyulmaya başlanmıştır. Örnek olarak, 2011 yılındaki Uluslararası Çalışma Konferansı (“ILC”)’nda, 189 No’lu sözleşmenin kabulüne yönelik tartışmalarda; Güney Afrika, Brezilya, Namibya ve Endonezya temsilcileri aktif müdahalelerde bulunmuş ve oldukça profesyonel bir duruşla hareket etmişlerdir.

 

UÇÖ, aslına bakılırsa, ülkeler arasında meydana gelen güç dengelerindeki değişime adapte olma konusunda iyi durumdadır. Birleşmiş Milletler (“BM”) kurumlarındaki bir oy bir ülke prensibiyle doğru orantılı olarak bütün üye ülkeler ILC’de aynı oy gücüne sahiptir. Güney’in sesi Yönetim Kurulu’na da yansıtılmaktadır (Güney: Çin, Hindistan ve Brezilya sürekli sandalyeye sahip olacak şekilde 56 üye ile temsil edilmektedir.). Tam tersi yönde, Uluslararası Para Fonu (“IMF”)’nda ve Dünya Bankası’nda, oy güçleri, öteden beri sanayileşmiş devletler ile yüksek oranda sermayeye sahip birkaç devlet lehine düzenlenmiştir. Dolayısıyla, UÇÖ’nün sisteminin daha demokratik ve günümüz ekonomik ve politik güç dağılımına daha uygun olduğu rahatlıkla söylenebilir[19].

 

  1. Üç Taraflı Yapıya Sivil Toplum Kuruluşları ile Şirketlerin Katılımı

 

Söz konusu üç tarafın geleneksel olarak UÇÖ’de sahip olduğu öncelikli rol, sivil toplum kuruluşlarının (“STK”) artan katılımıyla sorgulanmaya başlanmıştır. Son yıllarda, çeşitli birey ve kurumlar, UÇÖ’nün tarafları ile -özellikle sendikalar- STK’ler arasındaki iş birliğinin artması yönünde çağrılarda bulunmuştur. Çalışma standartlarına, ticarete ve DTÖ’nün rolüne ilişkin yakın zamanda yaşanan ihtilaf, sendikacılarla insan hakları aktivistlerini, küreselleşme eleştirisi yapanları ve diğer benzer amaçlarla çalışan örgütleri birleştiren yeni tipte bir emek hareketi yaratmıştır.  STK’lerin kurumsal davranış kurallarının geliştirilmesine, uygulanmasına ve denetlenmesine yönelik aktif katılımı ile, artan bir yoğunlukla, şirketlere yönelik kurumsal davranış kuralları kabul edilmektedir. Yeni teknik iş birliği faaliyetlerinin oluşturulması, örneğin, UÇÖ'nün 1998 tarihli İş Yerindeki Temel İlkeler ve Haklar Bildirgesi veya Uluslararası Çocuk İşçiliğinin Ortadan Kaldırılması Programı (“IPEC"), STK'lerin UÇÖ’ye katılımını arttırmıştır.

 

STK’ler, üç taraflı yapıda yer alan devlet dışı aktörlerin UÇÖ’de icra ettiği görevlerle örtüşen ve kesişen faaliyetler yürütmektedirler[20]. STK’lerin UÇÖ’ye katılımı, politika oluşturma düzeyi ve operasyonel düzey olmak üzere iki farklı düzeyde gerçekleşmektedir. STK'lerin UÇÖ 'nün politika oluşturma düzeyine erişimi- yani ILC ve denetim mekanizmaları- oldukça sınırlıdır. UÇÖ’nün politika oluşturma düzeyinde, STK’lerin, belirli toplantılara katılma, açıklama yapma ve taraflara belge dağıtma gibi yetki ve hakları içerecek şekilde sınırlı etkisi vardır. STK'ler, yerli halklarla ilgili olan 169 No’lu metnin örnekleminde olduğu gibi, belirli UÇÖ sözleşmelerinin müzakerelerine aktif olarak katılmalarına rağmen bu tarz katılımları açık bir istisna olarak kalmıştır. Ancak operasyonel düzeyde, STK'ler, UÇÖ için belirli projelerin uygulanmasında aktif durumdadır. Bu aktifliğin nedeni iki yönlüdür. İlk olarak, STK’ler, çocuk işçiliği gibi belirli politika alanlarında uzmanlığa ve deneyime sahip güvenilir bir ortak olarak görülmektedir; ikinci olarak ise üç taraflı yapının tarafları kendilerini bu tür projelere dahil edebilecek kapasiteden yoksundur[21]. Ayrıca, UÇÖ’nün caydırıcılık konusunda sahip olduğu yetersiz kapasite dolayısıyla, STK’ler ve çok uluslu şirketler hem ulusal çapta hem de iş ağları aracılığıyla UÇÖ normlarına uyulması noktasında rol almaktadırlar[22].

 

UÇÖ projelerinin STK'ler aracılığıyla hayata geçirilmesi, geleneksel olarak kabul gören UÇÖ taraflarınca eleştirilmektedir. Bu itibarla, işverenlerin ve özellikle işçi örgütlerinin, STK'lerin kayıt dışı sektöre ilişkin projelere katılmasını veya kurumsal davranış kurallarının benimsenmesine yönelik faaliyetlerini eleştirdiği görülmektedir. Sendikalar, UÇÖ'nün üç taraflı yapısındaki rollerinin, STK'lerin artan katılımıyla azalabileceğinden ve bu şekildeki STK katılımının UÇÖ içindeki quadripartism’in (Dört taraflılık) başlangıcını temsil edebileceğinden korkmaktadırlar[23]. İşverenler, STK’lerin katılımına tamamen karşıyken işçiler, somutlaştırmadıkları belli koşullar altında STK’lerin katılımına açık olduklarını belirtmişlerdir[24].

 

UÇÖ’nün taraflarının STK’lerin UÇÖ projelerinin uygulanmasındaki rolünü kısıtlama girişimleri, STK’lerin küresel yönetimde artan önemini bir şekilde ihmâl etme noktasına ulaşmış durumdadır. İşverenlerin ve işçi örgütlerinin şüpheci tutumu, genellikle devletler devlet dışı aktörlere karşı şüpheci olduklarından, daha da şaşırtıcıdır. Açıkça belirtmek gerekir ki, üçlü yapının devlet dışı aktörlerinin STK’lere yaklaşımı dolayısıyla, şu anda STK’lerin katılımına ilişkin reform girişimleri -bütün taraflar onay verinceye kadar- gerçekçi görünmemektedir[25].

 

UÇÖ’nün devlet dışı tarafları, -STK'lerin aksine- üyelik temelli örgütleri aracılığıyla yasal olduklarını iddia etmektedirler. Ancak kayıt dışı ekonomide veya tarım gibi belirli ekonomik sektörlerde olduğu gibi temsil edilmeyen nüfusun artması, sendikaların olmadığı sektörlerde davranış kurallarının kabul edilmesi ve dünya genelinde sendikalaşmanın azalması, tarafların meşruiyet iddiasını oldukça baltalamaktadır. UÇÖ’nün başat aktörleri UÇÖ Anayasası yoluyla kendilerine verilen rolü işaret etmekte haklı olsalar bile UÇÖ’nün 1919’da kurulmasından bu yana, dünyanın önemli ölçüde değiştiğini unutmamaları gerekir. Dünya üzerindeki iş gücünün önemli bir kısmı, sendikalaşmaya karşı uygulanan pratik engeller veya belirli sektörlerde örgütlenme özgürlüğünün yasal olarak kısıtlanması nedenleriyle sendikalar tarafından temsil edilememektedir. Böylece, bazı sektörlerde, sosyal ortaklar olarak nitelendirilen UÇÖ taraflarının kapatamayacağı bir meşruiyet açığı gelişmiştir. Orta veya uzun vadede, sendikal hakların varlığı, işçi haklarının korunmasını sağlamak için en iyi yol gibi gözükse de işçilerin seslerini duyurma ve işçileri temsil etme rolünü yerine getirmek her geçen gün STK'lere de düşmektedir. Çocuk işçiliği ya da kayıt dışı ekonomi gibi alanlar sosyal ortaklar aracılığıyla temsil edilmemektedir ve bu nedenle, görülmektedir ki, STK'lerin UÇÖ'nün çalışmalarına katılımının artması sadece işlevsel nedenlerden ötürü değildir. Sonuç olarak, sosyal ortakların meşruiyet konusundaki argümanları, işçilerin şimdiye kadar işçi örgütleri tarafından temsil edilmediği veya toplu sözleşmeler kapsamında olmadığı bazı sektörler açısından gerçekleri yansıtmayan “laf kalabalığından” başka bir şey değildir[26].

 

2002’de, devlet dışı aktörler, üç partili yapı ve sosyal diyalog meselelerine ilişkin beraber bir önerge başlattılar. İlgili önergede, sivil toplumun UÇÖ’ye katkısının önemli olduğu ama Uluslararası Çalışma Bürosu (“Büro”)’nun iş birliği yapmaya ilişkin meselelerde tarafların görüşlerini alması gerektiği belirtilmiştir. 2013’te UÇÖ’nün genel direktörü belli şirketlerle iş birliği yapabileceklerini duyurduğunda, işverenler, UÇÖ’nün hangi şirketlerle iş birliği yapacağı meselesinin kendi görev alanlarında olduğunu ve bu alana saygı duyulması gerektiğini belirterek bu ihtimâle karşı çıkmışlardır. İşçiler, Büro’nun sendikalarla iş birliği yapmayan şirketlerle iş birliği yapılmaması gerektiği yönünde açıklamada bulunmuşlardır. UÇÖ içerisinde Büro’nun sahip olduğu bağımsızlık göz önüne alınırsa, ilgili önergenin, söz konusu bağımsızlığı tehdit ettiği açıktır.

 

STK’lere geleneksel devlet dışı aktörlerce kurumsal çatı altında bir kimlik verilmek istenmemesi bazı nedenlerin varlığı dolayısıyla anlaşılabilir niteliktedir. Öncelikle, STK’ler, temsil etme ve bağımsızlık unsurları açısından yetersiz kalabilmektedir. İkinci olarak, STK’lerin UÇÖ’nün mekanizmalarına aktif katılımı, UÇÖ içerisinde coğrafi dengesizlik sonucuna mahal verebilecektir. Ayrıca, STK’lerin ömürleri uzun olmadığı gibi sayıları da oldukça fazladır ve bu husus, UÇÖ’nün faaliyetlerine katılım öncesi hangi STK’lerin aktör olarak kabul edileceğinin belirlenmesini oldukça zorlaştırmaktadır[27].

 

SONUÇ

Geride bıraktığımız 2019 yılında 100. yılını kutlayan UÇÖ’nün üç partili yapısı, örgütün kurulduğu günden beri ekonomik ve sosyal gelişim ile istikrar için olmazsa olmaz nitelikte olduğunu kanıtlamıştır. Bu yapının şu ana kadar başardıkları göz önüne alındığında, geride bırakılması yerine, reform yoluyla günümüz dünyasına adapte edilmesi gerekir. Bu kapsamda, bu yapının karşılaştığı sorunlar ve yetersizlikleri göz önüne alınarak reform için yol haritası çıkarılabilir. Öncelikle, STK’lere ve şirketlere örgüt içerisinde resmi statü ve oy hakkı verilmesi, hem temsile ilişkin sorunlara bir nebze de olsa çözüm olacak hem de yeni aktörlerin katılımıyla örgüt günümüz dünyasına uyum sağlayacak refleksleri edinebilecektir. Yeni aktörlerin katılımının yanında, halihazırdaki devlet dışı aktörlerin de kapasiteleri ve temsil güçleri arttırılmalıdır. Sendikalar ise kapasitelerini ve temsil güçlerini arttırma amacıyla bulabildikleri bütün desteği tek çatı altında toplayarak hareket etmelidir. Son dönemlerde artış gösteren örgüt içi aktörlerin karşı karşıya gelmesi problemi, Büro’nun Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi etkili bir uzlaştırmacı rolüne bürünmesiyle çözülebilir. Belirtilmesi gereken son nokta ise, eşitsizlik ve ekonomik krizlerle boğuşan günümüz dünyasında, UÇÖ’nün “devrime karşı sigorta” görevinin hâlâ devam ettiği gerçeğidir.

 

 

[1] Jacob Katz COGAN ve diğerleri. The Oxford Handbook of International Organizations. Oxford University Press. New York 2016. s. 477.

[2] Claire LA HOVARY. “A challenging ménage à trois? Tripartism in the International Labour Organisation”. International Organizations Law Review. Sayı 12. 2015. s. 2.

[3] William R. SİMPSON. “The ILO and Tripartism: Some Reflections”. Monthly Labor Review. Sayı 117/9. 1994. s. 40.

[4] Claire LA HOVARY. a.g.m. s. 2.

[5] a.g.m. s. 3.

[6] Jacob Katz COGAN ve diğerleri. a.g.e. s. 478-479.

[7] Werner SENGENBERGER. “The International Labour Organization Goals, Functions and Political Impact”. (http://library.fes.de/pdf-files//iez/10279.pdf). Erişim Tarihi: 18 Aralık 2019. s. 54-55.

[8]a.g.m. s. 65-66.

[9] Jacob Katz COGAN ve diğerleri. a.g.e. s. 479-481.

[10] Claire LA HOVARY. a.g.m. s. 15-17.

[11] Jacob Katz COGAN ve diğerleri. a.g.e. s. 480.

[12] Claire LA HOVARY. a.g.m. s. 17.

[13] Werner SENGENBERGER. a.g.m. s. 60.

[14] Claire LA HOVARY. a.g.m. s. 21.

[15] Bunlardan biri de, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (“AİHM”)’nin köklü içtihat değişikliğine yol açan 12/11/2008 tarihli ve 34503/97 başvuru numaralı Demir ve Baykara/Türkiye kararıdır.

Kararda, AİHM, Türkiye’nin onayladığı ve işçilerin kolektif görüşme ve sözleşme yapma haklarını düzenleyen 98 sayılı UÇÖ Sözleşmesi’ni, Avrupa Sosyal Şartı’nın 6. maddesini ve Türkiye’nin taraf olmadığı AB Temel Haklar Yasası’nı dikkate almıştır. Sonucunda, AİHM, uluslararası ve ulusal iş hukuklarındaki gelişmeleri ve Sözleşme devletlerinin uygulamalarını dikkate alarak toplu görüşme hakkının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 11. maddesindeki sendika kurma hakkının ana unsurlarından biri olduğu sonucuna varmıştır. Ayrıca, aynı kararda, UÇÖ Komitesi’nin sendika kurma hakkının sadece silahlı kuvvetler ve polis bakımından sınırlandırabileceğini öngören tavsiyesini dikkate almak suretiyle, AİHM, yerel ya da merkezi yönetimlere mensup bütün kamu görevlilerinin sendika kurma hakkına sahip olması gerektiğini de belirtmiştir (Rıza TÜRMEN. Güçsüzlerin Gücü Türkiye’de İnsan Hakları. Doğan Kitap. İstanbul. Mayıs 2015. s. 236-238).

[16] Claire LA HOVARY. a.g.m. s. 22-23.

[17] a.g.m. s. 23-24.

[18] a.g.m. s. 26-27.

[19] Werner SENGENBERGER. a.g.m. s. 61-63.

[20] Jens STEFFEK ve diğerleri. Civil Society Participation in European and Global Governance: A Cure for the Democratic Deficit?. Palgrave Macmillan. New York 2008. s. 71.

[21] A.g.e. s. 89.

[22] Werner SENGENBERGER. a.g.m. s. 57.

[23] Jens STEFFEK ve diğerleri. a.g.e. s. 89.

[24] Claire LA HOVARY. a.g.m. s. 19.

[25] Jens STEFFEK ve diğerleri. a.g.e. s. 90.

[26] a.g.e. s. 89-90.

[27] Claire LA HOVARY. a.g.m. s. 19.